.

.
.

27 Nisan 2024 Cumartesi

GELDİM BEN, ÖZLEDİNİZ Mİ :) / 27 NİSAN

Bloga girip bir baktım ki bir de ne göreyim, tam 15 gündür tek satır yazmamışım. Bu ne aymazlık bre Leylak! Küstüreceksin blogunu, kapatacak kapılarını sana. Kendisinden özür dileyerek mazeretimi şuracığa bırakayım da beni affetsin. 

Öncelikle geçen haftam çok yoğun geçti, çünkü çocuklarım ve de kardeşim geldi Ankara'dan, haliyle evde bir bayram havası ve de bayram curcunası. Ne bloga bakabildim, ne tek satır kitap okuyabildim, ne kimseleri arayabildim. Ön hazırlıklar, gezmeler, tozmalar derken rüzgar misali geldi geçti, yolculadık. Bunun yanısıra Kocam Bey'in ve benim gözlerime değen bir kem göz mü vardır nedir, çocukların gelmesine yakın bir de sağ gözüm arıza çıkardı. Bir gün öylesine otururken gözümde saçma sapan ışıklar çakıp uçuşmalar başladı. Elimle sinek kovar gibi yapıyorum gitmiyor, ovuşturuyorum gitmiyor, anladım ki bir terslik var. Üstüne üstlük görüşümü de bulandırmaya başladı. Gözümün önünde Arapça harfler elele tutuşmuş halay çekiyormuş gibi bir görüntü. 2-3 gün geçer ya da hafifler diye beklesem de değişiklik olmayınca kuzu kuzu soluğu doktorda aldım. Damlalandım, tomografisi çekildi, muayenesi yapıldı, korkutucu değilse de rahatsız edici bir sonuç çıktı ortaya. Tıbbi terimlerini bilemeyeceğim tabii ama gözde yumurta akı benzeri bir sıvı varmış ve bazen kuruyup ayrılabiliyor ve göz önünde o parçacıklar uçuşabiliyormuş. Bende uzun zamandır göz kuruluğu vardı, o da etkenlerden biriymiş. Çözüm mü? Yok maalesef, ancak şöyle imiş, bir süre sonra beyin bu olaya kendini alıştırıyor ve fark etmemeye başlanıyormuş, o parçacıklar da zaman içinde görme alanından çekiliyormuş. Sabırla bekliyoruz bakalım, ne zaman davetsiz misafirliklerini sona erdirecekler. Benim gibi kitapla, bilgisayarla, yazıp çizmeyle yaşayan biri için hayli şanssız bir durum ama en azından tehlike arz etmiyor. Doktora gidene kadar kornea yırtığından korkmadım desem yalan olur. 

Kardeşim ve çocuklar iki koca demet leylakla geldiler, bendeki sevinci tahmin edersiniz, ev bir süre mis gibi Umut ve leylak koktu, her ikisiyle de hasret giderdim:

Sonra da koştura koştura gezdik, kısacık zamanda ne kadar gezilebilirse. İlk önce Umut Bey'in arzusuyla Falez Park'a gidildi, zira oradaki su kaskatlarını ve havuzları görmesi lazımmış 😊 Bu yıl bahar acele edince normalde bu aralar açması gereken çiçekler çoktan solmuş, ağaçlar yapraklanmıştı ama parkta bol bol sarı papatya vardı:

Ve tabii ki Müze'ye uğramayı da ihmal etmedik, heykellerin olmayan başlarının kedilerle tamamlandığı Müze'mize 😊

23 Nisan kardeşimin doğum günüydü, yemeğe gittik, o sırada Türk Yıldızları'nın gösterisi başladı. Restoran halkı ve parktaki görülebilecek noktalara konuşlananların kalabalığı ve jetlerin gürültüsü içinde yedik yemeklerimizi. 


Bir sonraki durağımız Adrasan'dı. Evcek çok severiz bu sakin, güzel tatil beldesini ama tekne turizmiyle ne yazık ki çok yakında ne sakinlikten eser kalacak, ne de bakirlikten. Sezon dışı gittiğimiz için teknelerin çoğu kalafatta idi, köy de tenhaydı. Çocuklar denize girdi, ben sahilden onları izledim. 

Orman yangınında kavrulan ağaçların yerine yenileri çıkmaya, kel kalan yerler yeşermeye başlamış, çok sevindik. 

Nicedir Aspendos'a yolumuz düşmemişti. Bu kez aklımıza düştü ve "Haydi gidip bir görelim, ne haldedir?" dedik. İyiymiş ve oldukça tenhaymış, Uzakdoğulu resmi bir grup (çünkü çakarlı arabalı eşlikçileri vardı) ve birkaç Hintli vardı. 



Aspendos Antik Tiyatro'yu ilk kez 1975'te kampa geldiğimizde düzenlenen gezide görmüştüm. Hatta şu sahnede kanto söyleyip sahnelere ilk adım atmışlığım da vakidir 😂 Lise yıllarımda başlamıştı Nurhan Damcıoğlu'nun kanto macerası, ben de onun sayesinde bütün kantolarını ezber etmiş söylemeye başlamıştım, boş derslerin aranılan sesiydim anlayacağınız 😂 Söz konusu gezide de sanatımı icra edivermiştim hazır sahneyi ve şahane akustiği bulunca 😊 Sonraları şehrin yerlisi olunca festivaller, konserler, okul gezileri için epeyce gelip gitmişliğimiz var. Şimdilerde zor geliyor mesafeli festivallere iştirak, o yüzden uzun zamandır hatırını sormamıştık, iyi oldu hasret giderdik. 

Onca geliş gidişte sadece tiyatroyu ziyaret etmiştik, bu sefer antik şehre de tırmandık. Benim protez dizler su kemerlerine kadar gitmeyi göze alamadılarsa da kalabalık bir arkeolog ekibinin çalıştığı kalıntıları görmek hoşuma gitti:



Şehrin tamamının ortaya çıkarılması uzun yıllar sürecek olsa da çalışmaların yapılıyor olması şahane. 

Onca yorgunluğun üstüne kendime bir Yat Limanı ikram etmemiş olduğumu düşünmeniz beni üzer. Ne demiş atalarımız: "Acı acıya, soğuk su sancıya" 😂 Bir yıldır uğramışlığım yoktu, beni gördüğüne çok sevindi:

 

Buraya kadar sabırla gelebildiyseniz şunu da belirtip bitireyim. Malum masaüstü bilgisayarım Ankara dönüşü çalışmamıştı, o zamandan bu yana laptopun Q klavyesinde çile çekmekte idim. Oğlum sağ olsun tamir etti, meğer fan yuvası kırılıp zemine düşmüş. O nedenle küsmüş bilgisayar. Antalya'nın Cehennem sıcağına o da dayanamamış sanırım, ortasından çat diye çatlamış zavallı 😂 Yeni parça alınıp takıldı ve masaüstü bilgisayarıma ve F klavyeme kavuştum. Gelgelelim bu kez de parmaklar Q'ya alışmış, bir süre tekleyeceğim. Eğer sürç-ü klavye ettiysem affola. Zira dönüp okumama ve düzeltmeme gözümün önünde uçan elifler, lamlar, mimler, vavlar engel, yeteri kadar zorladım, daha fazla kasmayım. Haydi kalın sağlıcakla...



13 Nisan 2024 Cumartesi

BAYRAM RAPORU / 13 NİSAN

1. GÜN:

-Uyan, kahvaltı yap, internette gezin
-Kakafonik bir şekilde İzmir Marşı çalmaya çalışan, davul-zurna ve bahşiş toplayıcı çocuktan oluşan güzide müzik topluluğunu izlemek için balkona çık, 30 gün boyunca dambırtısıyla kafa ütülediği için bahşişle ödüllendir 😁
-Sülaledeki büyükleri telefonla ara
-Seni büyük kabul edenlerin telefonlarına cevap ver
-"The Taste of Things" izle
-Biber dolması pişir
-"Hasan Ali Yücel" kitabını bitir
-Yat, uyu

2. GÜN:

-Uyan, kahvaltı yap, internette gezin
-Unuttuğun telefon konuşmalarını yap
-Evden çık, otobüs bekle, arkadaşa git
-Pek eneze olsa da arkadaşın bahçesinde bulduğun leylağa sevin


-Durağa git, otobüs bekle, eve dön
-"Kızıl Serap" kitabına başla
-Yemek ye
-Yat, uyu

3.GÜN:

-Uyan, kahvaltı yap, internette gezin
-"Kuş Uçuşu 3. Sezon izle
-"Kızıl Serap" okumaya devam et
-Yat, uyu

Gördüğünüz gibi şapşahane bir bayram geçirmişim. Kendime emir kipiyle hitap ederek olaya renk katmak istedim. Kurban Bayramı'nda, benzer etkinliklerde görüşmek dileğiyle 😃




 

8 Nisan 2024 Pazartesi

HAFTALIK / 8 NİSAN

Nisan ayının ilk etkinliği Cuma akşamı gittiğim, o gün 25. yılını kutlayan Opera'nın "25.Gala Gecesi" oldu. Opera ve balemiz çok başarılı, müzisyenleri de, solistleri de, dansçıları da bence uluslararası düzeyde. Konser çok güzeldi, birinci bölümde ünlü balelerden derlemeler, ikinci bölümde ise operalardan aryalar dinledik. Kulağımızın ve gözümüzün pası silindi. Bu sezon çok sayıda Japon dansçımız var 😊

Görsel: Buradan

Cuma geç vakitlere kadar Opera'da olduğum için artık kabak tadı verip saçmalasa da izlemekten kendimi alamadığım "Kızılcık Şerbeti"ni kaçırdım O yüzden cumartesi sabah gözümü açar açmaz tekrarının başına oturdum. Gına getirdiğim tüm çiftlerden Nursema-Umut ikilisinin de arası açıldı ve Nursema evi terk etmeye karar verdi. Buraya kadar tamam, hakkı da vardı da ev terk etmek uygulamada bu kadar kolay ancak filmlerde ve dizilerde oluyor galiba. Kadın hışımla eve girdi, yatak odasına yöneldi, iki adet valiz anında yatağın üzerindeydi. Şöyle bir düşündüm, Nursema ben olaydım, yüklüğün tepesindeki dolapta duran valizi nasıl indirirdim. Bir kere benim dizler protez, sandalyeye ya da merdivene çıkmamın mümkünü yok. Netcez gari? Kocam Beyi çağıracağız, o indirecek. İyi de orta birden okul terk etmiyoruz, evi terk ediyoruz, koca bu eylemde sahne alamaz. Kaldık mı öylece? E haydi valiz bir şekilde makul bir yerde dursun, açtık diyelim kapağını, bir kere bile görmedim ki giysiler askısız girsin valize. Katmanıyla alıp askılarını şıngırdatarak nasıl tepmektir içine, onca giysi nasıl sığıyor kardeş, valiz değil dipsiz kuyu mübarek. Ben üç günlüğüne bir yere gitsem üç-beş giysiyi zor sığdırıyorum, Nursema koca gardrobu tıktı valize, yetmedi aksesuarlarını, şarj aletlerini, tabletlerini de doldurdu. Edip Cansever'e selam olsun "Masa da Masaymış Ha!" şiirindeki gibi "Valiz de valizmiş ha!"

Dizi bitince tembellik mi yapsam, iş mi ikileminde kaldım, sonunda "b" şıkkı dedim ve geçtim küçük odadaki bir süredir perperişan bekleyen kitaplığın başına. Kitaplar ve raflardaki ıvır zıvırların hepsi yere indi. Tasfiye edilecekler ayrıldı, diğerleri yerlerine yerleşti, sonunda düzenli bir hale geldi ama benim de 4-5 saatimi aldı. Bittiğinde dayak yemiş gibiydim. Kırkayağa sormuşlar: "En çok yorulduğun gün hangi gün?" diye. "Yavrularımın ayaklarını yıkadığım gün" demiş. Kitaplığı olsa fikir değiştirirdi bence 😂

Seçim günü oy verdikten sonra parkta uzun bir yürüyüş yaptık. Bahar Antalya için bile epey erken geldi bu yıl ama görüntü gözlere şölendi:




Polenler ve çöl tozları iki gün boyunca alerjik öksürüğüme tavan yaptırsa da ne gam, şehrin en güzel zamanını kaçırmak olmaz.


Bayramınız şimdiden kutlu, huzurlu ve sağlıklı olsun...

2 Nisan 2024 Salı

MART DÖKÜMÜ

Son gününde bizi ters köşe yapan, yüzlerimizde duvardan duvara bir gülüş oluşturan Mart ayını bitirdik, sana dert ayı diyenler utansın ne diyeyim 😃 Ülkemize hayırlı olsun dilekleriyle kişisel dökümümüze geçelim. Bu aya bir blogger buluşması (Banu Tozluyurt ile), iki sergi, bir konser, birkaç arkadaş birlikteliği, parklar-bahçeler, on film, yedi kitap ve bir adet göz ameliyatı (Kocam Bey'in) ile kontrollerini sığdırdım. Bana bir zamanlar kız kardeşimi hediye eden Nisan hoş geldi, güzelliklerle gelsin.

Filmlerden başlarsak, malum Mart başı Oscar Ödül Töreni vardı. Sanal olarak katılıp geleneksel yazımı yazabilmem için hazırlık olarak Ocak ayından beri aday filmleri izlemekteydim. Mart başında eksik birkaç filmi tamamladım, Mubi'ye ödediğim parayı amorti için oradan birkaç film izledim ve biraz de eskilere döndüm. "Yol", "Arkadaş" ve "Derman" beni gençliğime ışınladı.


Üç eski filmi bir yana bırakırsak izlediklerim arasında evlatlık alınıp Fransa'da büyümüş bir genç kadının köklerini bulmak amacıyla Seul'e dönüşünü konu alan "Return To Seoul" ile bir megamarketin koridorlarında yaşanan ilişkileri konu alan "In Den Gangen"i izleyin derim.

Bu ay ana akım dışında iki dizi izleyebildim, ikisi de yerli yapım. 


-"Kuvvetli Bir Alkış" ya çok sevildi ya nefret edildi. Tüm absürdlüğüne rağmen ben seven taraftayım. -"Düğüm"ü Prime Videoda izledim. Biraz "Kuş Uçuşu" havası var ama daha polisiye.


Bu ay tek bir konser izleyebildim. Kuzinimin kurup şefliğini yaptığı "Talya Quartet"in 8 Mart Kadınlar Günü nedeniyle verdiği konserdi, çok güzeldi ve usta bir çiftin konser boyunca tango eşliği de renk kattı.

Kitaplara gelirsek, bu yıl okuma planımı değiştirdim, her ay kendime bir konsept belirliyor ve kitapları ona göre seçiyorum. Aksi takdirde okumadıklarım rafta beklerken yeni gelenlere saldırıyorum, eskiler yine beklemeye devam ediyor. Mart ayını bu zamana kadar ihmal ettiğim Javier Marias kitaplarına ayırmıştım. Artan zamana da üç başka kitap sığdı:


Marias'ın okuduğum dört kitabı sonrası bende oluşan duygular şu şekilde oldu: Bir kere çok iyi edebiyat, çok zekice kurgu ve mutlaka okuyucuyu başta verdiği ipucu ile meraklandırıp ters köşe bir final yapıyor. Ancak uzun cümleleri ve bilinç akışı ile ortaya çıkan çağrışımlar okuru ana konudan uzaklaştırıp afallatabiliyor, okuma sürecini ağırlaştırıp zorlaştırıyor. Öyle su gibi aktı gitti cümleleri kurdurmuyor. Her şeye rağmen okuduklarımdan mutluyum, uygun bir zamanda diğer kitaplarına da döneceğim. 

-"Kurtarma Mesafesi" biraz fantastik, aynı zamanda hüzünlü ve insanı etkileyen bir kitap. Lakin herkes sever mi? Hayır. Anne-evlat ilişkilerini insanı çaresiz hissettirecek bir öyküyle kaleme almış Samanta Schweblin.

-Bir kitabını sevdiğim yazarın izini sürme konusunda üstüme yoktur, mutlaka yeni çıkanları da alır, çoğu zaman da pişman olurum. Vigdis Hjorth'u uzun süre gündemde kalan "Miras" romanı ile tanımış ve kitabı çok beğenmiştim. "Postane Günlükleri"ni de o gazla edindim. Lakin kahramanın varoluş sıkıntılarını okumaktan ve Norveç posta hizmetlerinin sorunlarıyla uğraşmaktan içim çıktı. Tüm mektuplarım PTT'mizin kara deliğinde kaybolurken, ülke gündemiyle kafamızı hangi taşa vuracağımızı düşünürken postanıza da, ruh halinize de diye söylene söylene bitirdim kitabı.

-Ve Mart ayının güzel mi güzel son gününde bir solukta okuduğum, Gabo'muzun öbür alemden bir selam gibi yolladığı "Ağustos'ta Görüşürüz". Ağustos'ta olmasa da Mart'ta görüştük ve çok mutlu olduk Gabo Üstad. Oğulların iyi ki arzun hilafına yayınlatmış bu kısacık öyküyü, keşke ömrün vefa edeydi de devamını getireydin. İflah olmaz bir Marquezsever olarak çok sevdim ben kitabı, siz de seversiniz belki...

Dinlediklerime gelince:


-Dinlediğim altı kitap içinde en etkileyicisi Jehan Barbur'un çeşitli sanatçılara, ünlülerin oğulları ya da kızlarına babalarını anlattırdığı "Baba Öyküler" oldu. Hemen hepsi çok hüzünlü idi.

-Şermin Yaşar'ın son kitabı "Söyleme Bilmesinler"i ummadığım kadar beğendim. Bir aile içi hesaplaşma ve bireylerin ağızlarından aynı olayları dinliyor ve ilginçtir ki hepsine ayrı ayrı hak veriyorsunuz. Seslendirme de çok iyiydi.

-Peyami Safa "Bir Tereddüdün Romanı"nda kullandığı aşırı ağır Osmanlıca ile bu defa sıktı.

-"Yılkı Atı" biraz hırs, biraz yoksulluk nedeniyle yılkıya bırakılan bir atın öyküsü. Etkileyici...

-"Yakup Abla Beni Unutma" vakit geçirmek için eğlenceli sayılacek bir dinlemelik ve son olarak feminist kızlar yetiştirmek isteyenler için faydalı öğütler: "Feminist Manifesto".

Eh, bunca okuma ve izlemenin üstüne kahveyi hak ettik, değil mi 😅


O kadar uzun yazdım ve yoruldum ki kontrol edemeyeceğim. Yazım yanlışlarım varsa affola...


30 Mart 2024 Cumartesi

BAHAR KOKAN HAFTA SONU

Evle ilgili olarak yapmayı planladığım bir sürü iş var. Bunca yıl boyunca sırtına binen yüklerden, kafasını karıştıran anılardan kurtarmak niyetindeyim, sıkı bir dök, devir, seç, at eylemi planlıyorum. Lakin tahmin edeceğiniz gibi hem bedensel, hem de duygusal olarak biraz yorucu bir eylem bu, hele de benim gibi eşyalarıyla göbek bağı oluşturan biriyseniz. Lakin bir yerden başlamak gerekiyordu ve işe el atmadıkça tembellik baskın çıkıyordu. Dün kuşluk vakti (günün sabahla öğlen arası saatlerine verilen bu ismi çok seviyorum) "kalk başla" diyen perilerle, "otur keyfine bak" diyen cinler arası çatışmadan periler galip çıktı ve elbise dolabının bana ait çekmecelerinden başladım. Aman aman, kendimden utandım. Ne zaman aldığımı ve varlığını unuttuğum neler de çıktı neler. Diplere sondaj yapmadığım için olmadığını düşünüp yeniden aldığım bir sürü şey. Rengi solanları, daralanları, bir daha asla giymeyeceklerimi, "ben bunu ne demeye aldım ki" dediklerimi ayırdım. Kimi çöpe gitti, kimi Belediye'nin giysi toplama kutusuna gidecek, bazıları da bundan sonraki hayatına toz bezi olarak devam edecek. İki çekmeceyi yeniden düzenlemenin (onca şey attım, yine yer boşalmadı, bu da çözemediğim bir handikap) haklı gururuyla üçüncü çekmeceye, çoraplara el attım. Kedi köpeğin toprak kazdığı gibi elime aldığım çorabı omzumun üstünden arkaya, yatağın üstüne fırlatıp çekmeceyi boşaltmıştım ki telefon çaldı. Arkadaşım diyordu ki, "Hava çok güzel, niye eve kapanalım?". "Ama ben, çekmece, temizlik, kem, küm, tamam be gidelim oturalım denize karşı". Henüz daha çiçeği burnunda bir üniversite öğrencisiyken ithal şarkıcımız Anne-Marie David'in bir şarkısı vardı:

"Neşeli gençleriz biz çibidibidip çibidipta
Yaşamayı severiz çibidibidip çibidipta
Bir pantelon (şarkıcı Fransız ya böyle telaffuz ederdi), bir gömlek
İstediğimiz yere gideriiiz"

Artık gençlik kalmasa da neşe yasak değil ya, bir pantelon, bir gömlek buluştum arkadaşımla, oh sefamız olsun.



Tabii ki yokluğumda yatağın üstünde kümelenmiş çoraplar uzaktan kumanda ile yerlerine yerleşmemiş beni bekliyordu. Ne gam, önce yol üstündeki çiçekçiden aldığım şakayıkları vazoya yerleştirdim, sonra çorapları seçip çekmeceye.


Akşam yemeğini yemiş iyice çığırından çıkan Kızılcık Şerbo'suna takılıyordum ki kapı çaldı. Diziyi kaçırmamak için kapı görevini Kocam Bey'e yükledim, lakin kapı önünde kalabalık bir grup olduğunu fark edince her daim mağdur, her daim haklı Pinko'dan izin isteyip ben de gittim kapıya. Önce davulcular çete kurmuş bahşiş vermeyeni dövmeye gelmiş sandım ama meğer muhtar adaylarımızdan biri son dakika propoganda turuna çıkmış azalarıyla. Geciktiği için özür dileyip broşürünü uzattı, azalardan biri minik bir torbada mısır (evet patlamamış cin mısır, ilginç bir propoganda hediyesi), bir diğeri iki adet çikolata (tabii ki tek ısırımlık) sundu. Oylarımızı bekleyerek veda ettiler. Broşürü, mısırı ve çikolatayı çöpe atıp geçenlerde uğrayan kadın adayın çalışma masamdaki broşürüne göz kırparak "Anladın sen onu" dedim. Bıyıklılara oy yok, yaşasın kadın dayanışması 😂

Kızılcık Şerbeti'nin Pinko'yu ters köşe yapan son yudumunu içtikten sonra mutfaktaki bulaşıklara "Sizinle yarın görüşürüz" diyerek yatmaya gittim.

Yarın seçim günü. Ben oy verme yaşı 21 olan gruptandım, verdiğim ilk oy hüsrandı, sonraki pek çoğu da hüsran oldu, umarım yarınki sonuçlar yüzümüzü güldürür. Sağlıkla ve umutla kalın...


23 Mart 2024 Cumartesi

ANDIKÇA GEÇEN GÜNLERİ*

Bir cumartesi gününe yakışmayacak kadar erken kalktım. Hoş bana her gün cumartesi. İki kişilik hane halkının yarısı uykuda. Ev sessiz, sadece zemin kattaki tabelacının yaşına inat yüksek volümle dinlediği rock şarkıların basları duyuluyor. Orhan Pamuk romanı gibiyim, "Kafamda Bir Tuhaflık", ben buradayım da beynim seyahate çıkmış sanki. Gidip kahve yapıyorum, kahve tenekesinin üstündeki magnette "Kahve içen yorulmaz" yazıyor. Mehmet Efendi ve Mahdumları öyle buyurmuş, vardır elbet bir bildikleri, kaç yılın kahvecileri onlar bilmeyecek de içen ben mi bileceğim. Son yudumda dipdiri olmayı bekleyerek kafamdaki tuhaflık ve elimdeki kahveyle odaya dönüyorum. Evin en sevdiğim yeri, kitaplıklı odam. Raflara ve eve temizlik için gelen yardımcıların tozlarını alırken şikayet ettiği objelere göz gezdiriyorum. Her biri beni ayrı bir yere, farklı bir ana ışınlıyor. İşte. TV'nin üstündeki rafta, oğlumun mezuniyet fotoğraflarına eşlik eden minnacık Volkswagen minibüs ve siyah tavanlı sarı kaplumbağası. 2006 yılıydı, uzun yıllar sonra İstanbul'a, kuzenimi ziyarete gitmiştim ve ilk kez tek başıma çıkmıştım. Annem yeni ölmüştü, oğlum askerdeydi ve hayat pek sevimli gelmiyordu haliyle. Üsküdar'dan bindiğim vapurla Beşiktaş'a geçmiş, oğlumun arzusu üzerine kumpir yemek için Ortaköy'e yürümüştüm. Kumpiri aldığım satıcıya bir de fotoğraf çektirmiştim oğluma yollamak için, o da benden aynını istemişti, "Sen de beni çek abla, oğlun kumpiri kimden aldığını görsün" 😊 Haydi siz de görün, "Ali Baba" yazan stand:

Kumpiri yiyip ara sokaklara dalmış, bir seyyar tezgahtan da iki minyatür Volkswagen'i almıştım. Günün anısı olarak 18 yıldır o rafta durur.

En üst rafta bir sıra kaktüsüm var, gerçek değil ama her görenin gerçek sandığı seramikler. Hemen yanlarında onlara eşlik eden, içinden kendisinden büyük mavi bir çiçek fışkırmış plastik sarı bir saksı, minicik. Pandemiden önceki yıl Denizli'ye gitmiştik, orada çalıştığımız yıllardan arkadaşlarımızda misafirdik. Yeni açılan teleferiğe binmiş, Bağbaşı'nda kahve içmiş dönüyorduk ki arabanın lastiği patladı. Kocalar lastikçi aramaya gitti, biz de yürüyerek eve dönüyorduk ki ayağım kaldırımda bir şeye takıldı. Eğildim, mavi çiçek "Beni de götür" diyordu. Kırar mıyım hatrını, şimdi raftaki yerinde bana o günü hatırlatıp durur.

Teleferikten kuşbakışı Denizli, önde baraj gölü, uzaklardaki beyazlık Pamukkale...

Kitaplığın ikinci bölmesinin üst rafında Şuşu'mun boyadığı Frida çizimli bir taş, Burgazada Sait Faik Müzesi'nden aldığım "Lüzumsuz Adam" kitabının mini replikası ve oğlumun çok küçükken bana doğum günü hediyesi olarak verdiği Çin işi, ufak bir tabak var. Üçü de benim için çok anlamlı.

Her yılbaşı kendime aldığım ya da hediye gelen melek biblolarının ve Snoopy sülalesinin bulunduğu rafları geçip en alta indiğimde bej rengi, tabanında ve üst kısmında kahverengi çizgiler olan uzun bir kupa görüyorum. İçinde oğlumun nikahında anı olarak dağıttığımız kalemlerden artanlar duruyor. 70'lerin sonları, henüz seramik işleri bu kadar yaygın değil, mevcutlar da çok pahalı. Cinnah Caddesi'nin girişine Çanakkale Seramik bir mağaza açmış. Uzun bir kuyruk bekleyerek kısa zaman önce faaliyete geçen Akün Sineması'nda "Rüzgar Gibi Geçti" filminin restore edilmiş versiyonunu izliyor, çıkışta aklımızda Scarlett O'Hara ve Rhet Butler merak ettiğimiz mağazaya gidiyoruz. Söz konusu kupa o günün yadigarı.

Yan duvar, en üst raf. Köşede birbirine sokulmuş beyaz porselenden bir tavşan ve bir kedi biblosu var. Kuyrukları ve tepeleri kürklü. Tavşanın patilerinde bir demet çiçek, kedide yün yumağı var, çok şirinler. Bu iki biblo ilk maaşımla kendime aldığım ilk süs eşyası. Kızılay'ın Kızılay olduğu zamanlarda, Bulvar'ın Sıhhiye yönündeki bir züccaciye mağazasından almıştım. Şimdi yerinde Divan Pastanesi var.

Raflararası seyahatime şimdilik ara verip kendime bir kahve daha yaptım. Fincanın içinde "Today is your special day" yazıyor. Fincan da günleri şaşırdı, onun da benim gibi kafası karışık, dün geceki haberlere kulak verip de kafası düzgün olan pek yoktur zannımca. Moskova'dan söz etmek istemiyorum asabım bozuluyor zira, huzura hasret kaldık. İsmet Nedim ölmüş. Yeni nesil bilmez onu. Benim çocukluğumda ve yeni yetmeliğimde pek meşhur bir ses sanatçısı ve bestekar idi. Besteleri biraz fantezi türünde idi, Hafif Türk Sanat Müziği diye bir tür uydurmuşlardı, o türe dahil ederlerdi bestelerini ve fakat çok ünlüydü. Şarkıları Yeşilçam filmlerinin değişmeziydi. Birini dinleyelim:


Bizim evde şarkılarından ziyade başka bir yönüyle konuşulurdu. Babamın kısa bir süre çalıştığı işyerinde oda arkadaşı olan bir kızla nişanlanmiş ve sonra da evlenmişti. Sözkonusu kişi bunca ünlü olunca halkın beklentisi de ünlülerden biriyle evlenmesi yönünde oluyor. O yüzden uzun sür bu konu gündemimizden düşmemişti, bize neyse. Bana hep İngiliz lordlarını hatırlatan görüntüsüyle çocukluğuma renk katan kişilerden birini daha yolcu ettik öbür tarafa. Huzurla uyusun...


*Andıkça Geçen Günleri: Sultaniyegah şarkı/Beste: Lemi Atlı

21 Mart 2024 Perşembe

OLAN-BİTEN / 21 MART

Los Encılıs'dan döndüğümden bu yana yüz vermemişim buralara, kırmızı halıdan sonra her şey yavan geliyor aziz okuyucularım, alışma sürecim rahat geçsin diye evdeki halıları kaldırıp kırmızı yolluklar serdim, salınıyorum üstlerinde 😂

Geçenlerde Antalya'nın tepesine yağan berbat dolu bizim civarda henüz açan Kıbrıs akasyalarının canına okumuş. Sıyırıp atmış sarı topçukları. Pazartesi günü parktaki cafede arkadaşımla buluşmaya giderken görünce canım sıkıldı, gözlerimize bayram ettiremeden sönüp gittiler diye. Bugün dolunun pas geçtiği yerlerden birindeydim ve o sarışınları capcanlı karşımda görünce mest oldum.


Geçen haftadan beri çook uzun süredir uğramadığım Tıp Fakültesi hastanesinin koridorlarını arşınlamakta idim. Ben görmeyeli büyümüş kerata, hem enine, hem boyuna genişlemiş de genişlemiş. Yine de yetmiyor, herkes hasta galiba diyorsun kalabalığı görünce. Efendim kırmızı halıdan sonra fakültenin mozaik zemini şanıma pek uygun olmasa da el mahkum idi. Kocam Bey'in evvelki yıl error verip yenisiyle değiştirilen katarakt merceğini diğer gözdeki mercek kıskandı. Bir akşam durup dururken adamcağızın görüşünü bulandırıverdi. Gittik doktora, "Kaymış" dedi, sebebini de göz kaslarının zayıf oluşuna bağladı. Buna razı olduk, diğeri kaymaya bile tenezzül etmeyip kendini gözün arka boşluğuna atmış, başımıza iki aşamalı bir ameliyat sıkıntısı açmıştı. Bu defa en azından daha kolay bir operasyonla halledebilecektik. Nittekim salı günü yapıldı ameliyat, ertesi gün de kontrole gittik, fotoğraflar o civardan.

Haydi bizimki nisbeten kolay hallolacak bir sağlık sorunu idi ama ameliyat sırası beklerken bekleme odasında gördüklerimin bazıları içimi öyle acıttı ki. Günübirlik Cerrahi Merkezi'nde olunca çoğunluk göz, bazı cilt sorunları ya da biyopsi nedeniyle bekleyenlerden oluşuyordu ama gözüme üç yaşlarında, tombik yanaklı, fındık kurdu gibi bir kız çocuğu çarptı. Buralarda çok zaman geçirdiği alışkın ve rahat tavırlarından belliydi, nitekim yanına oturunca elindeki torbadan çıkardığı ilaç kutusunu yüzüme uzatıp "Bıcırıbücürücıvcıv" olarak anladığım bir şeyler söyledi. Ben şaşkın bakınca kızının tıpatıp büyümüş modeli olan annesi "Bunlar benim, sana vermem diyor" diye tercüme etti. Bir süre annesinin çevirisiyle çoğunluğu cıvıltıdan ibaret sohbet gerçekleştirdik fındık kurdu ile. İlgisi başka yöne kayınca kızı kadar konuşkan ve girişken annesine "Nesi var?" diye sordum.  Meğer kaynar şerbet dökülmüş çocukcağızın üstüne, nasıl yandıysa artık yavrum bir yıldır sürüyormuş tedavisi. Açıp gösterdi vücudunu, içim parçalandı. Bir diğer köşede kucağında uyuyan bir bebek taşıyan saz benizli, mahzun yüzlü, genç bir adam oturuyordu. Kadının biri "Annesi yok mu bunun?" diye sorunca dikkatimi çekti. Bazılarının üstüne her şey vazife. "Var" dedi adam, "evde, başka çocuklar var, onlarla ilgileniyor. Urfa'dan geldik biz, çalışıyoruz burada". Meğer oncağızın üstüne de kaynar çay dökülmüş, aynı tedavi ona da uygulanıyormuş. Hasılı çocuklar kadar benim de canım yandı. Hastaneler sağlığın, mezarlıklar hayatın değerini hatırlatıyor insana.

Şehrimizi bu aralar portakal ve limon çiçeklerinin kokusu sardı, kaldırımlardaki turunçlardan, bahçelerdeki narenciye ağaçlarından süzülen rayiha baş döndürüyor. Erguvanlar  da çiçeklenmeye başlamış, çok sürmez mor salkımlar eşlik eder onlara. Pazar yerleri rengarenk, fiyatlar el yaksa da. 

Mart ayını bugüne kadar ihmal ettiğim Javier Marias'a tahsis etmiştim. Planladığım dört kitaptan sonuncuyu okuyorum. Ağır ama çok iyi edebiyat. Oscar ödülleri sonuçlandığına göre film maratonumu biraz aralayıp kitaplara ağırlık vereceğim ve şehre teşrif eden baharın tadını çıkaracağım. Hem ekinoks da gelmiş madem tutun dileklerinizi. Hoş gel bahar ayları, gevşesin gönül yayları 😂